Ferenc Puskás Macar Topraklarında Bir Yıldız Douyor
Ferenc Puskás… Dünya futbol tarihinde belki de adı bir ödüle dönüşen ilk oyuncu. Attığı goller kadar yarattığı saygı, futbol anlayışı kadar kişiliği, başarıları kadar trajedileriyle unutulmaz bir futbol figürü. Onun hikâyesi sadece sahadaki olağanüstü yeteneğini değil; savaş, politika, göç ve insanlığın en saf tutkularından biri olan futbolun gerçek yüzünü anlatır.
Bu destansı hikâye, şimdi başlıyor. İlk durak: Kispest, Budapeşte’nin kenar mahallesi.
Kispest’in Dar Sokakları
Ferenc Purczeld, 1 Nisan 1927 tarihinde Macaristan’ın başkenti Budapeşte’nin Kispest semtinde dünyaya geldi. Babası Ferenc Purczeld Sr., Alman kökenliydi. Annesi Margit Biró ise tam bir Macardı. Aile, Nazi Almanyası’nın etkisinin yayıldığı bir coğrafyada, yoksullukla ama onurlu bir şekilde yaşamaya çalışıyordu.
Kispest o yıllarda, çoğunlukla işçi sınıfının yaşadığı, futbolun ise en büyük kaçış olduğu bir yerdi. Sokak aralarında top oynayan çocukların gürültüsü eksik olmazdı. Küçük Ferenc de bu kalabalığın en enerjik çocuğuydu. Üzerinde paçaları yamalı bir pantolon, çoğu zaman yalınayak ya da kartonla sarılmış ayakkabılarla koştururdu. Ama o kartonlu ayaklarla bile topa vuruşu, yaşıtlarından çok farklıydı.
Ailenin İçindeki İlk Koç
Babasının futbola olan ilgisi küçük Ferenc’in hayatını şekillendiren ilk etkendi. Baba Ferenc, aynı zamanda Kispest AC’nin antrenörlerinden biriydi. Kulübün altyapısında görev alırken kendi oğlunun futbola olan tutkusu karşısında hayranlığını gizleyemiyordu. Ama oğlunu “oğul” olarak değil, bir yetenek olarak görüp geliştirmek istiyordu.
1938’de, henüz 11 yaşındayken, Kispest’in genç takımına katıldı. Ancak adının Alman kökenli olması nedeniyle dikkat çekmemesi için soyadı değiştirildi. Böylece Purczeld olan soyadı Puskás olarak değişti. Bu değişiklik, hem ailesi için bir koruma kalkanı hem de Ferenc’in Macar halkıyla daha güçlü bağ kurması adına önemliydi.
“Öcsi”nin Doğuşu
Takım arkadaşları ve mahalleli onu hep aynı şekilde çağırırdı: Öcsi – yani “küçük kardeş.” Bu lakap, tüm kariyeri boyunca onunla birlikte anılacaktı. Kulağa sevimli gelen bu isim, onun sahadaki acımasız golcülüğüyle çelişse de gerçek bir aile bağı hissiyatı taşıyordu.
Puskás, Kispest altyapısında oynarken yaşça büyüklerle mücadele ediyordu. 12 yaşında 16’lık çocuklarla oynuyordu ve buna rağmen maçın en çok konuşulan ismi oluyordu. Zekâsı, sol ayağının hassasiyeti ve oyunu sezme yeteneğiyle kısa sürede dikkat çekti.
Saha görüşü, vuruş becerisi ve top kontrolü, onu daha 14 yaşındayken “gelecek vaat eden yetenek” değil, “gelecek burada” dedirtecek seviyeye taşıdı.
II. Dünya Savaşı Gölgesinde Gençlik
Puskás’ın gençliği, Avrupa’yı kasıp kavuran II. Dünya Savaşı dönemine denk geldi. Macaristan, Almanya’nın müttefikiydi ve savaşın ilerleyen dönemlerinde Sovyet işgali altına girdi. Bu, halk için büyük bir trajediydi. Açlık, yokluk, sürgün ve ölümün kol gezdiği günlerde, futbol bir lüks değil; hayatta kalmanın psikolojik dayanağıydı.
Kispest semti de savaşın doğrudan etkisi altındaydı. Kulüpler faaliyetlerini durduruyor, antrenmanlar yarıda kalıyor, genç oyuncular askere çağrılıyordu. Ancak Puskás bu dönemde bile antrenman yapmayı bırakmadı. Babası, savaş döneminde bile oğluna her fırsatta idman yaptırıyor, boş ara sokaklarda taşlardan kale kurarak onun tekniğini geliştiriyordu.
Bu dönem, Puskás’ın dayanıklılığını, kararlılığını ve hiçbir zaman vazgeçmeme azmini şekillendirdi.
İlk Profesyonel Maç
1943 yılı… Henüz 16 yaşında olan Puskás, Kispest’in A Takımı’na alındı. Profesyonel futbol kariyerindeki ilk maçına çıktı. Bu maçta gol atamasa da sahadaki duruşu, futbol basını tarafından “yaşıtları gibi değil, tecrübeli gibi oynuyor” sözleriyle değerlendirildi.
1944 yılında, henüz 17 yaşındayken ilk golünü attı. Bu gol, yıllar içinde çoğalacak 700’den fazla golün habercisiydi.
Kispest o dönem Macaristan Ligi’nde orta sıralarda bir takım olsa da Puskás’ın gelişiyle işler değişti. Takım, onun liderliğinde daha yaratıcı, daha üretken oynamaya başladı. Özellikle sol kanattan attığı kesme şutlar, kalecilerin korkulu rüyası hâline geldi.
Takım Arkadaşlarıyla Uyum
Puskás’ın en büyük avantajlarından biri, yeteneğini doğru isimlerle harmanlayabilmesiydi. Genç yaşta birlikte oynadığı József Bozsik, onun en yakın dostu oldu. Bozsik, orta saha beyni olarak Puskás’a mükemmel paslar atarken, Puskás da bitiriciliğiyle bunları gole çeviriyordu.
İkili, yalnızca Kispest’te değil, ileride Macaristan Milli Takımı’nın da iskeleti hâline gelecekti. Aralarındaki uyum o kadar üst düzeydi ki göz göze bakışarak oyun yönünü değiştirebiliyorlardı. Bu bağ, ilerleyen yıllarda Macar futbolunun temelini oluşturdu.
Kispest’ten Honvéd’e – Savaşın Sonrası, Yeni Bir Takım, Yeni Bir Liderlik
Savaşın Ardından Yeni Macaristan
1945 yılında II. Dünya Savaşı sona erdiğinde Macaristan harap bir haldeydi. Budapeşte, Avrupa’daki en çok yıkıma uğrayan başkentlerden biriydi. Nazi Almanyası’nın müttefiki olarak savaşa giren Macaristan, sonunda Sovyet işgaliyle tanışmış ve kaderi değişmişti.
Savaş sonrası Macaristan, hızla Sovyet etkisine giren bir komünist devlet hâline geldi. Siyasi rejim, sadece halkın yaşam tarzını değil; sanatı, medyayı ve elbette sporu da kontrol altına almak istiyordu.
Futbol gibi milyonları etkileyen bir alanı devletin kontrolüne almak, ideolojik bir zorunluluk olarak görülüyordu. Bu çerçevede birçok kulüp ya kapatıldı ya da yeniden yapılandırıldı.
Kispest AC’nin Yeniden Doğuşu
Kispest AC, Puskás’ın yıldızlaştığı kulüp, bu dönemde bambaşka bir kimliğe bürünecekti. 1949 yılında Macaristan İçişleri Bakanlığı, kulübü doğrudan orduya bağladı. Kispest artık sıradan bir mahalle kulübü değil, Honvéd adını taşıyan ordu takımıydı. Bu kelime Macarca’da “Vatan Koruyucusu” anlamına gelir.
Yeni isimle birlikte kulübün yapısı da değişti. Oyuncular artık profesyonel futbolcu değil, resmî olarak askerdi. Üniformaları vardı, maaşlarını devletten alıyorlardı. Ama bu askerlik, kışla disiplini değil; futbol disipliniydi.
Bu dönüşüm Puskás’ın kariyerine büyük bir ivme kazandırdı. Devlet desteğiyle Honvéd, en iyi oyuncuları toplamaya başladı. Böylece “Altın Takım” kadrosunun temeli atıldı.
“Teğmen Puskás” – Saha Dışı Üniforma, Saha İçi Yıldızlık
Artık Ferenc Puskás yalnızca bir forvet değil, aynı zamanda rütbeli bir ordu mensubuydu. Ona “Teğmen Puskás” deniyordu. Üniforması vardı, resmi törenlerde yer alıyordu. Ancak herkes biliyordu ki Puskás’ın gerçek savaşı sahadaydı.
Honvéd formasıyla her sezon daha fazla gol atıyor, oyun stili daha da gelişiyor, liderliği daha da güçleniyordu. Onun liderliğinde Honvéd, Macaristan Ligi’nde mutlak bir dominasyon kurdu.
1950-1955 arası:
-
5 Macar Ligi şampiyonluğu
-
2 Macar Kupası
-
Her sezon gol krallığı ya Puskás’ın ya da takım arkadaşı Kocsis’in elinde
Honvéd o kadar güçlüydü ki, milli takım neredeyse tamamen bu kulüpten oluşuyordu. 1952 Olimpiyatları’nda altın madalya kazanan kadroda 7 Honvéd oyuncusu vardı. Bu takımın adı artık sadece kulüp olarak değil, bir futbol devleti olarak anılıyordu.

Bozsik, Kocsis, Czibor, Grosics – Puskás’ın Yıldız Ortağı Kadrosu
Honvéd’in bu dönemki en büyük avantajı, kadrosundaki yıldızların sadece yetenekli değil; aynı zamanda mükemmel uyum sağlayan isimler olmasıydı.
-
József Bozsik: Puskás’ın çocukluk arkadaşı, orta saha beyni.
-
Sándor Kocsis: İnanılmaz kafa golleriyle tanınan forvet.
-
Zoltán Czibor: Sol kanatta hızlı, teknik ve bitirici.
-
Gyula Grosics: “Kara Panter” lakaplı kaleci, modern kaleciliğin öncüsü.
Bu isimlerle birlikte Puskás’ın liderliği, Honvéd’i yalnızca bir takım değil; Avrupa’nın korkulu rüyası hâline getirdi.
O dönemde Şampiyonlar Ligi gibi bir turnuva yoktu ama Honvéd, Avrupa genelinde dostluk turnuvaları ve hazırlık maçları oynayarak İngiltere, İtalya, Fransa gibi ülkelerde futbol dersi veriyordu.
Puskás’ın Oyunu Evrimleşiyor
Bu dönemde Puskás artık sadece bir “golcü” değil, oyun kuran bir golcü hâline gelmişti. Sol ayağı adeta bir radar gibi çalışıyor, uzaktan attığı şutlar kalecileri çaresiz bırakıyordu. Onun “falso”lu şutları, o dönem futbol literatürüne ilk kez giren kavramlardan biri oldu.
Her maç en az 3-4 şut çeken Puskás, sadece bitirici değil, pozisyon hazırlayıcıydı. 9 numara gibi oynamazdı, geri gelir, top alır, pas dağıtır, sonra ceza sahasına sızardı.
Bu çok yönlülük, ileride Real Madrid’de onu Alfredo Di Stéfano ile mükemmel bir ikili yapacak olan özelliğiydi.
Macar Basını ve Halk Nezdinde Popülerlik
Puskás artık bir futbolcudan fazlasıydı. Gazete manşetlerinden inmez, karikatürleri yapılır, radyolarda hakkında skeçler yayınlanırdı.
Halkın gözünde o, yalnızca bir yıldız değil; ülkenin gurur kaynağıydı.
Savaş sonrası fakirleşen, moral açısından çökmüş Macar halkı için futbol ve Puskás, yeniden umut demekti. Her golünde statta patlayan tezahürat aslında halkın hayatla yeniden bağ kurma çabasıydı.
Çocuklar artık sokaklarda topa sol ayakla vurmaya çalışıyor, herkes saçını onun gibi tarıyor, onun gibi yürümeye özeniyordu.
UEFA Dışı Avrupa Turu – Honvéd’in Gücü Sınırlara Sığmıyor
1955 yılında Avrupa’da kulüpler arası bir turnuva planlanıyordu: Şampiyon Kulüpler Kupası. Ama henüz sistem tam oturmadığı için birçok ülke bu turnuvaya resmen girmemişti. Honvéd, bu boşluğu avantaja çevirdi.
Avrupa genelinde özel maçlar yaptı. Fransa’da Reims, İtalya’da Torino, İspanya’da Athletic Bilbao gibi takımlarla oynadı. Bu maçların tamamında Puskás sahadaydı.
O yıllarda henüz Avrupa’nın Batı kısmı, Doğu Blok’taki futbolun bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordu. Ama Puskás ve arkadaşları bu fikri yerle bir etti.
Bu dönemin ardından Avrupa basını Puskás için artık “Doğu’nun Maradona’sı” değil; “Avrupa’nın en iyisi” diyordu.
Altın Takım – Dünyayı Dize Getiren Macar Mucizesi
Altın Takım’ın Doğuşu
1950’li yıllarda futbol dünyası ağırlıklı olarak Batı Avrupa’nın kontrolündeydi. İngiltere, İtalya, Almanya ve Fransa gibi ülkeler, futbolun merkezi olarak görülüyordu. Doğu Avrupa ise daha çok futbolcu yetiştiren ama kulüp ve milli takım başarıları açısından “arka bahçe” olarak algılanıyordu.
Ancak Macaristan, bu bakışı tamamen değiştiren bir güç hâline geldi. Çünkü elinde tarihin en yetenekli ve en uyumlu kadrolarından biri vardı: “Aranycsapat”, yani Altın Takım.
Bu kadronun beyni, ruhu ve kaptanı: Ferenc Puskás.
Altın Takım’ın Kadrosu
Altın Takım sadece Puskás’tan ibaret değildi. Her biri kendi mevkisinde Avrupa’nın en iyilerinden olan oyunculardan oluşuyordu:
-
Ferenc Puskás: Kaptan, oyun kurucu ve golcü
-
Sándor Kocsis: Hava toplarında neredeyse yenilmez, Puskás’ın tamamlayıcısı
-
Zoltán Czibor: Sol kanat, sürat ve şut kombinasyonunun timsali
-
József Bozsik: Orta saha organizatörü, Puskás’ın saha içi kardeşi
-
Gyula Grosics: “Kara Panter”, modern kaleciliğin öncüsü
-
Nándor Hidegkuti: Sahte 9 pozisyonunun ilk uygulayıcısı
Antrenör Gusztáv Sebes, bu kadroyu bir orkestra gibi yönetiyordu. Oyun sistemleri dönemin çok ilerisindeydi. Forvetler savunmaya yardım eder, savunmacılar hücuma destek verirdi. Oyuncular pozisyon değiştirerek rakibi şaşırtırdı. Modern futbolda “total futbol” olarak anılan şey, o zamanlar Macaristan tarafından uygulanıyordu.
1952 Helsinki Olimpiyatları – İlk Büyük Zafer
Macaristan, 1952 Helsinki Olimpiyat Oyunları’na Altın Takım ile katıldı. Avrupa, bu takımın potansiyelini duyuyordu ama sahada görecekleri şey, tüm önyargıları yerle bir edecekti.
Finale kadar gelen Macaristan, Yugoslavya’yı 2-0 yenerek altın madalyanın sahibi oldu. Bu turnuvada Puskás 4 gol attı ama asıl etkisi oyun kurulumunda oldu. Oyun bilgisi, pas dağılımı ve liderliğiyle takımını turnuva boyunca sırtladı.
Bu başarı sadece bir kupa değildi. Aynı zamanda Macaristan’ın futbol gücünün tüm dünyaya ilanıydı.
İngiltere Maçı – Dünyayı Sarsan 6-3
25 Kasım 1953… Futbol tarihinin en önemli günlerinden biri. İngiltere, Londra’daki Wembley Stadyumu’nda Macaristan’ı ağırlıyordu.
İngilizler, kendi evlerinde hiçbir takıma yenilmemişlerdi. Üstelik Macaristan gibi “Doğulu” bir takımdan çekinmiyorlardı.
Ama maç başladığında sahada olan, klasik bir futbol oyunu değil; bir devrimdi.
Maç sonucu: İngiltere 3 – 6 Macaristan
Puskás o maçta iki gol attı. Ama özellikle ilk golde İngiliz defans oyuncusu Billy Wright’ı tek hareketle çalımlayıp yere oturttuğu pozisyon, tarihe geçti.
Spikerin sesi hâlâ futbol tarihçileri tarafından kullanılır:
“Puskás made Wright look like a fool!”
(Puskás, Wright’ı aptal yerine koydu!)
Macaristan, toplamda 35 şut çekti. İngiltere sadece 5.
Bu maç, Avrupa futbolunda taktik devrim yarattı. İngiliz basını Puskás’tan şu şekilde bahsetti:
“The Galloping Major – Koşan Binbaşı. Durdurulamaz.”
1954 Dünya Kupası – Zirveye Bir Adım Kala
Macaristan, 1954 Dünya Kupası’na açık ara favori olarak geldi. 32 maçtır yenilmeyen bir takımdılar.
İlk maçta Güney Kore’yi 9-0, ardından Almanya’yı 8-3 yendiler. Turnuvanın en çok konuşulan takımıydılar.
Puskás, Almanya maçında bileğinden sakatlandı. Çeyrek finalde Brezilya’yı 4-2, yarı finalde Uruguay’ı uzatmalarda 4-2 yendiler.
Ve finalde bir kez daha Almanya’nın karşısına çıktılar.
Berne Finali – “Futbolun en kara günü”
Finalin ilk 8 dakikasında Macaristan 2-0 öne geçti. Puskás ve Czibor’un golleriyle rüzgârı arkasına almıştı.
Ancak Almanya, maçı 3-2 kazandı.
Puskás’ın attığı bir gol son dakikada ofsayt gerekçesiyle iptal edildi. Bugün bile tartışılan bir karar.
Ayrıca, Almanya takımının yasaklı ilaçlar kullanmış olabileceği iddiası da yıllar sonra ortaya atıldı.
Ama gerçek olan şuydu: Altın Takım, futbol tarihinin en iyi kadrolarından biriydi ama dünya şampiyonluğunu kaybetmişti.
Maç Sonrası Travma
Bu yenilgi sadece sportif bir sonuç değildi. Macar halkı için adeta bir yıkımdı.
Puskás dahil tüm oyuncular psikolojik olarak çok sarsıldılar.
Ancak Puskás hiçbir zaman suçlu aramadı. Şöyle dedi:
“O gün kazanamadık, çünkü futbolun böyle bir tarafı da var. Her şeyini verirsin ama bazen yetmez.”
Bu mağlubiyet onun liderliğini azaltmadı, aksine karakterini güçlendirdi.
Devrim ve Sürgün – Puskás’ın Vatansız Kaldığı Yıllar
1956 – Macaristan’da Fırtına Kopuyor
Altın Takım, Avrupa’yı kasıp kavururken, Macaristan içten içe kaynıyordu.
Sovyetler Birliği’ne bağlı olan ülke, baskıcı rejim, sansür, ekonomik kriz ve siyasi zulüm nedeniyle halkın öfkesini biriktiriyordu. 23 Ekim 1956’da, Budapeşte’nin göbeğinde başlayan bir öğrenci yürüyüşü, tarihe Macar Devrimi olarak geçecek halk ayaklanmasına dönüştü.
Tanklar sokaklara indi, Sovyet ordusu şehirleri kuşattı. Binlerce insan öldü, on binlerce kişi tutuklandı. Budapeşte savaş alanına döndü.
Bu sırada Puskás ve Honvéd takımı, Avrupa Kupası’nda Athletic Bilbao ile oynamak üzere İspanya’daydı. Başkentlerinden gelen haberleri radyodan duydular. Ailelerine ulaşamıyor, ülkeye dönüp dönemeyeceklerini bilmiyorlardı.
Kulüp yönetimi, oyunculara “geri dönün” çağrısı yaptı. Ancak ülkeye dönerlerse hem siyasi baskıya uğrayacaklarını, hem de özgürlüklerini kaybedeceklerini biliyorlardı.
UEFA Kupası Maçı ve Geçici Ekip
UEFA, maçın oynanmasına karar verdi. Ancak oyuncuların çoğu ülkeye dönmek istemediği için, Honvéd yönetimi devre dışı kaldı. Takımı, oyuncuların kendisi yönetti.
Maçtan sonra “takım artık sahipsiz”di.
Ve Ferenc Puskás dahil birçok futbolcu, sürgün hayatına başlamış oldu.
Bu futbolcular, Avrupa’da bir süre “takımsız” ve “yurtsuz” kaldılar.
FIFA, Macar Futbol Federasyonu’nun baskısıyla bu oyunculara 18 ay boyunca profesyonel futbol yasağı getirdi.
Vatansız, Takımsız, Hayatını Yeniden Kurmak
Puskás bu dönemde Avusturya, İtalya, İsviçre ve Almanya’da arkadaşlarının evlerinde konakladı.
Siyasi iltica statüsü alarak Macaristan’a geri dönmemeyi tercih etti.
Ama yaşadığı yalnızlık, kariyerini bitirme riski, ailesinden ayrı kalmak gibi ağır bedeller vardı.
FIFA’nın getirdiği yasak nedeniyle hiçbir kulüpte oynayamıyor, sadece bireysel olarak antrenman yapabiliyordu.
İngiltere’den Manchester United, İtalya’dan Milan ve Juventus onu istemişti ama transferi engellendi.
Ayrıca birçok kulüp, onun artık 30 yaşına gelmiş olması nedeniyle “yaşlı” olduğunu düşünüyordu.
Ama Ferenc Puskás, kolay vazgeçen biri değildi.
Real Madrid – Yeni Bir Hayat, Yeni Bir Efsane
1958 yılında Real Madrid, onun hâlâ antrenman yaptığını ve formunu koruduğunu öğrendi.
Dönemin başkanı Santiago Bernabéu, Puskás’ı görmek için özel bir kamp ayarladı.
Puskás denemeye geldi.
Herkes onun yaşlandığını düşünüyordu. Ama sahaya çıktı ve 30 dakikada 3 gol attı, 2 asist yaptı.
Antrenmanın sonunda Bernabéu yöneticilere döndü ve dedi ki:
“Siz yaşına bakın, ben ayaklarına bakıyorum.”
Böylece Ferenc Puskás, Real Madrid’e imza attı.
Yeni vatanı artık İspanya’ydı.
Yeni hedefi, geçmişte kalan kariyerini yeniden efsane hâline getirmekti.
Real Madrid Günleri – Sol Ayağın Beyaz Şöleni
Madrid’de Yeni Bir Başlangıç
Yıl 1958… Ferenc Puskás tam 31 yaşında, formda ama iki yıldır resmi maç oynamamış, sürgünde yaşamış, çoğu Avrupa kulübü tarafından artık “bitmiş” sayılan bir futbolcuydu.
Ama o, kariyerinin “ikinci baharını” sadece yaşamakla kalmayacak; tarihe geçirecekti.
İspanya’ya gelişinde basın onun kilosuyla, yaşıyla ve aksanıyla dalga geçiyordu.
Kimi gazeteler “Çoktan emekli olması gereken bir adam” diye yazdı.
Ama o sahaya çıktığında konuşan şey sadece sol ayağı oldu.
Santiago Bernabéu ve Alfredo Di Stéfano
Puskás’ın Real Madrid’e gelişinde en büyük rolü oynayan kişi, kulüp başkanı Santiago Bernabéu’dur.
Ancak sahadaki kader ortağı Alfredo Di Stéfano oldu.
Di Stéfano o dönemde Real Madrid’in tartışmasız yıldızıydı. Tüm oyunu yöneten, skor yapan, rakipleri dağıtan bir figürdü.
Bu yüzden bazıları, Puskás’ın onun yanında sönük kalacağını düşünüyordu.
Ama iki büyük egoya sahip oyuncu değil; iki büyük akıl sahibi adam sahada birleşti.
İlk antrenmanda Puskás sol ayağıyla Di Stéfano’ya 50 metrelik isabetli bir pas attığında, Arjantinli yıldız dönüp sadece bir cümle kurdu:
“Bundan sonra orta sahada ben konuşmam, onu dinlerim.”
Ve tarihin en uyumlu ikililerinden biri böylece doğmuş oldu.
İlk Sezon – Şüpheler, Gollerle Susturuldu
1958-59 sezonunda Puskás La Liga’da ilk maçına çıktı. Herkes gözlerini ona çevirmişti.
Ya yapacak, ya unutulacaktı.
Sonuç: 24 lig maçında 21 gol.
İlk sezonunda La Liga’ya damgasını vurdu. Attığı gollerle takımını şampiyonluğa taşıdı.
İspanyol basını bu kez saygıyla onun için yeni bir lakap buldu:
Cañoncito Pum – “Küçük Topçu Topu.”
O artık yalnızca Macaristan’ın değil, İspanya’nın da sevgilisiydi.
Şampiyonlar Ligi – Efsaneleşme Dönemi
Real Madrid o dönemde Avrupa futbolunun merkez üssüydü.
Ve Puskás bu yapının merkezine tam anlamıyla yerleşti.
Özellikle 1959-60 sezonundaki Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası (bugünkü Şampiyonlar Ligi) performansı efsaneviydi.
Finalde Almanya’nın Eintracht Frankfurt takımıyla oynadılar.
Maçın sonucu: Real Madrid 7 – 3 Frankfurt
Puskás 4 gol, Di Stéfano 3 gol attı.
Bugün hâlâ bu maç, Avrupa finalleri tarihinin en büyük performanslarından biri olarak kabul edilir.
O sezon Puskás toplamda 12 Avrupa Kupası golüyle gol kralı oldu.
Kupalar, Kupa Üstüne
Puskás Real Madrid formasıyla geçirdiği 8 sezonda:
-
5 La Liga şampiyonluğu
-
3 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası
-
1 Kral Kupası
-
4 Gol Krallığı (Pichichi) kazandı.
Real Madrid formasıyla toplam 262 maçta 242 gol attı.
Gol ortalaması: 0.92 gol/match.
Bu, kulüp tarihindeki en yüksek oranlardan biridir.
Üstelik bu rakamları, 31 yaşından sonra oynadığı yıllarda elde etti.
Oyun Tarzı – Zamanın Ötesinde Bir Sol Ayak
Puskás’ın oyunu İspanya’da daha da evrildi.
Macaristan’da golcü ve liderdi. Real Madrid’de ise adeta bir sanatçıya dönüştü.
Sol ayağıyla yaptığı vuruşlar, adeta fırçayla çizilmiş resim gibiydi.
Cezasahası dışından vuruşları, topuk pasları, falsoyla dönen topları, Di Stéfano ile yaptığı “ikiye bir” kombinasyonlar…
O sadece gol atmıyordu, izleyenlere estetik sunuyordu.
Ve en önemlisi: Asla bencil oynamıyordu. Her zaman takımını öne koyuyordu.
Halkın Gözündeki Puskás
İspanyol halkı için Puskás artık bir göçmen değil, bir Madridliydi.
Kulüp taraftarları onu “El Gran Hombre”, yani “Büyük Adam” diye anıyordu.
Basın, onu “Kral Alfredo’nun Solu” olarak tanımlıyordu.
Yalnızca saha içinde değil, saha dışında da halkla iç içe oldu.
İspanyolcayı aksanlı ama düzgün konuştu. Gazetecilere karşı hep saygılıydı.
Saha dışında sessiz ama dimdik duran bir figürdü.
İspanyol Vatandaşlığı ve Milli Takım
Puskás, 1961 yılında İspanyol vatandaşlığı aldı.
1962 Dünya Kupası’nda İspanya formasıyla sahaya çıktı.
Ancak bu kadro, Altın Takım gibi uyumlu değildi. Puskás’ın katkısına rağmen İspanya gruptan çıkamadı.
Puskás kariyerinde 2 farklı milli takımda oynayan sayılı oyunculardan biri olarak tarihe geçti:
-
Macaristan: 85 maç – 84 gol
-
İspanya: 4 maç – 0 gol
İspanyol halkı için milli forma altında gol atamaması hiçbir şey ifade etmedi.
Çünkü o zaten gönüllerin golcüsüydü.
Veda ve Geri Dönüş – Emeklilik, Antrenörlük ve Vatana Hasret
Madrid’de Son Sezonlar
1964-65 sezonuna gelindiğinde Ferenc Puskás artık 38 yaşındaydı. Futbolun doğal döngüsü onu da yavaşlatmaya başlamıştı.
Ama o hâlâ klasını konuşturuyor, topa nasıl vurulacağını hatırlatıyordu.
Son sezonlarında Real Madrid’le yine şampiyonluklar yaşadı, gol krallıklarını son anda kaçırdı.
Ama bedenin yorulduğu yerde, ruh çoktan doymuştu.
Ve artık veda zamanı yaklaşmıştı.
1966 yılında Şampiyonlar Ligi finalinde Partizan’a karşı oynadıkları maç, onun Avrupa sahnesindeki son büyük gösterisiydi. Real Madrid maçı 2-1 kazandı, Puskás o finalde gol atamadı ama takımın lideri olarak kupayı kaldırdı.
Futbolu Bırakışı
1966-67 sezonunun sonunda, 39 yaşında, futbola veda etti.
Oynadığı son maçta da gol attı. Çünkü onun için “futbol”, hiçbir zaman susmayan bir sol ayağın hikâyesiydi.
Vedası büyük bir törenle olmadı. Alçakgönüllü biri olarak “Ben işimi yaptım, şimdi çekilme zamanı” dedi ve sahalardan ayrıldı.
Ama kalplerdeki yeri daha da büyüktü. Real Madrid taraftarları için artık o sadece bir oyuncu değil, kulübün tarihinin bir parçasıydı.
Sessiz Yıllar
Futbolu bıraktıktan sonra kısa bir sessizlik dönemi yaşadı. Madrid’de ailesiyle sakin bir yaşam sürmeye başladı.
Yıllarca siyasi nedenlerle ülkesinden uzak kalmanın yükünü artık daha çok hissediyordu.
Macaristan’da onun adı yasaklıydı. Sovyet rejimi, onun gibi yurtdışına çıkan oyuncuları “hain” ilan etmişti.
Ama halk unutmamıştı.
Kispest’teki çocuklar hâlâ onun gibi gol atmaya çalışıyor, yaşlılar onun eski maçlarını fısıldayarak anlatıyordu.
Antrenörlük Kariyeri
Puskás bir süre sonra tekrar sahalara dönmeye karar verdi, bu kez teknik direktör olarak.
Ve tıpkı futbolculuk kariyeri gibi, bu yolculuk da kıtalar arası olacaktı.
1. Yunanistan
İlk olarak 1970’lerde Panathinaikos’un başına geçti. Takımı o kadar etkileyici oynattı ki 1971’de Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’ne kadar taşıdı.
Bu başarı, bir Yunan takımının o güne kadar Avrupa’da ulaştığı en büyük seviyeydi. Finalde Ajax’a kaybettiler ama Puskás yine tarihe geçmişti.
Yunan halkı onu çok sevdi. Basın ona “Macar Bilgesi” diyordu.
2. Suudi Arabistan, Şili, Kanada…
Kariyeri boyunca Suudi Arabistan, Mısır, Şili, Paraguay, Kanada, Avustralya gibi birçok ülkede çalıştı.
O, dünyanın her yerinde saygı gören bir figürdü.
Özellikle Avustralya’da South Melbourne Hellas takımıyla kazandığı şampiyonluklar ve geliştirdiği oyuncular hâlâ hatırlanır.
Her gittiği yerde futbol bilgisi, insanlığı ve alçakgönüllülüğüyle iz bıraktı.
Disiplinli bir teknik direktör değil, bir abi, bir bilge, bir baba figürüydü.
Macaristan’a Dönüş – 1981
1981 yılında, tam 25 yıl sonra, Macaristan rejimi yumuşayınca Ferenc Puskás nihayet ülkesine geri dönebildi.
Bu, yalnızca bir adamın eve dönüşü değil; bir milletin yıllar sonra oğluna kavuşmasıydı.
Budapeşte’ye indiği anda binlerce kişi onu karşıladı.
O ise gözyaşlarıyla yere diz çöküp Macar toprağını öptü.
“Benim evim burasıydı. Kalbim hep buradaydı.”
Puskás’ın gelişiyle birlikte devlet onu affetti, federasyonun onursal danışmanı yapıldı.
Ve ismi yeniden statlara, okullara, sokaklara verilmeye başlandı.
1990’lar – Sessiz Teşekkür
1990’larda sağlık sorunları artmaya başladı. Ama halk onu hiç yalnız bırakmadı.
Eski arkadaşlarıyla anılarını paylaşıyor, genç futbolcularla sohbet ediyor, bazen gizli gizli maç izlemeye gidiyordu.
1997 yılında, doğduğu mahallede adını taşıyan bir futbol akademisi açıldı.
Puskás, burada çocuklara sadece futbol değil, ahlak ve karakter dersi de verdi.
Ve o çocuklar bugün Macar futbolunun yeni nesillerini oluşturuyor.
Bölüm: Anılar, Onurlar ve Vedalar – Bir Mirasın Sonsuzluğu
1990’larda Sessiz Kahraman
1990’lara gelindiğinde Ferenc Puskás artık Macaristan’da, halkının arasında sessiz ve saygı dolu bir yaşam sürüyordu.
Futboldan emekli olmuştu ama futbol onun içinden hiçbir zaman emekli olmadı.
Budapeşte’nin sokaklarında insanlar onu görünce saygıyla baş eğiyor, çocuklar onunla yürürken utangaçça gülümsüyordu.
Saha dışındaki tevazusu, futbolculuğundaki ustalığını gölgede bırakmıyordu. Çünkü Puskás yalnızca büyük bir oyuncu değil, büyük bir insandı.
Onurlar ve Ödüller
Bu yıllarda hem Macaristan hem de uluslararası futbol camiası onun adını onurlandırmak için çeşitli organizasyonlar düzenledi.
Aldığı bazı unvanlar:
-
FIFA Onur Üyeliği
-
Macaristan Spor Nişanı
-
IOC (Uluslararası Olimpiyat Komitesi) Liyakat Ödülü
-
UEFA Yaşam Boyu Başarı Ödülü
-
Real Madrid Onur Üyeliği ve Kulüp Efsanesi Plaketi
Ayrıca Real Madrid’in Valdebebas kampında onun adını taşıyan bir salon açıldı.
Macaristan’da doğduğu bölgeye futbol akademisi kuruldu ve adı Puskás Akadémia olarak tescillendi.
FIFA Puskás Ödülü – Efsanenin İsmi Yaşatılıyor
2009 yılında, Ferenc Puskás’ın anısını yaşatmak amacıyla FIFA, her yıl yılın en güzel golüne verilen özel bir ödül başlattı:
FIFA Puskás Ödülü
Bu ödül, futbolun sadece gol atmak değil, estetik, ustalık ve saygı olduğunu simgeler.
Cristiano Ronaldo, Neymar, Zlatan Ibrahimović, James Rodríguez gibi yıldızlar bu ödülü kazandı ve ödülü aldıklarında şu sözleri söylediler:
“Puskás’ın adına ödül almak, sadece gol atmak değil, futbolun tarihine saygı duruşudur.”
Puskás artık her yıl milyonlarca futbolseverin dilindeydi. Ödül törenlerinde onun adı anıldığında alkışlar daha uzun sürüyor, gözler bir anda geçmişe dönüyordu.
Son Yılları ve Hastalık
2000’lerin başında Puskás’a Alzheimer hastalığı teşhisi kondu.
Hafızası yavaş yavaş siliniyor, futbol anıları yerini sessizliğe bırakıyordu.
Ancak sevenleri onu yalnız bırakmadı. Real Madrid ve Macaristan hükümeti, tedavi sürecini destekledi.
Onu ziyaret eden eski takım arkadaşları, ona top uzattıklarında yüzünde kısa süreli bir ışık beliriyor, “Altın Takım” günlerinden bir resim gibi geçiyordu aklından.
Son röportajlarından birinde şöyle demişti:
“İsmimi unutsam da, futbolu asla unutamam.”
Vefatı – Bir Dev Düşerken
17 Kasım 2006… Budapeşte’den acı haber geldi.
Ferenc Puskás, 79 yaşında hayata veda etti.
Sadece Macaristan değil, dünya futbolu bir efsaneyi kaybetti.
Macar hükümeti devlet töreni düzenledi. Tabutu, Honvéd ve Real Madrid formalarının arasında taşındı.
Binlerce kişi sokaklara döküldü. Yas tutan sadece Macarlar değil, Madridliler, Yunanlar, Latin Amerikalılar, Avustralyalılar, futbolun kalbini taşıyan herkes oldu.
Cenazesi St. Stephen Bazilikası’nda yapıldı ve Macaristan’ın en onurlu vatandaşlarının yattığı yer olan Fiumei Caddesi Anıt Mezarlığına defnedildi.
Miras – Sonsuz Bir Hikâyenin Başlığı
Ferenc Puskás arkasında yalnızca goller, kupalar ve kupalara kazınmış isimler bırakmadı.
O, futbolun birleştirici gücünün yaşayan kanıtıydı.
Bir savaş mağduru, bir devrim kaçağı, bir yabancı, bir kaptan, bir adam, bir efsane…
Onun mirası şunları hatırlatır:
-
Futbol, rakamlardan fazlasıdır.
-
Bir adam, hem ülkesi için mücadele eder hem de göç ettiği toprakların kahramanı olabilir.
-
Gerçek liderler, konuşarak değil oynayarak hatırlanır.
-
Güzellik, ayağın topa nasıl vurduğunda değil, yüreğin neyle çarptığında gizlidir.
Bugün Puskás’ın ismi sadece bir ödül değil; futbolun altın harflerle yazılmış sayfalarında hâlâ yaşayan bir melodidir.
Taktiksel ve Teknik Açıdan Puskás – Modern Futbolun Temellerini Atan Bir Sol Ayak
Döneminin Ötesinde Bir Oyun Tarzı
1950’li yılların futbolu, bugünkü futbolun yanında sanki yavaş çekim gibi görünür.
Sistemler daha sabit, oyuncular daha mevkilerine bağlı, topun çevresindeki tempo düşüktü.
Ama Puskás tüm bu ezberleri bozdu.
O, döneminin çok ilerisinde oynayan bir yıldızdı.
Hem teknik becerileri hem de saha içindeki pozisyon anlayışıyla futbolun geleceğini adeta önceden görüyordu.
Bir golcüyü sadece “topa vurmakla” değil, “oyunu kurmakla” tanımlayan anlayışı futbol dünyasında yeni bir sayfa açtı.
Pozisyonu Ne Gerçekten?
Puskás çoğu zaman “forvet” ya da “golcü” olarak anılsa da aslında klasik 9 numara değildi.
Daha doğru bir tabirle “free forward”, yani serbest hücum oyuncusuydu.
Bazen orta saha çizgisine kadar inip pas alışverişine katılır, bazen sol çizgiye açılıp kanat gibi oynar, bazen de ceza sahası içinde klasik bir pivot santrfor gibi davranırdı.
Modern futbolda bugün “false nine” (sahte dokuz) pozisyonuyla anılan rolün ilk örneklerinden biri Puskás’tır.
Sol Ayak – Bir Silah Gibi
Puskás’ın en çok konuşulan özelliği sol ayağıydı.
Ama bu ayak sadece şut atmıyordu; pas atıyor, top sürüyor, oyunu yönlendiriyordu.
Topa vurduğu anda kalecilerin göz bebekleri genişliyor, seyirciler nefesini tutuyordu.
Sol ayakla attığı goller sadece güce değil, geometriye dayanıyordu.
Açı, zamanlama, topun altına girme biçimi… Hepsi milimetrikti.
Bugün Lionel Messi’nin, Hakan Çalhanoğlu’nun veya James Rodríguez’in sol ayakla yaptıkları işler, Puskás’ın bıraktığı mirasın farklı yansımalarıdır.
Oyun Zekâsı – Görmeden Gören
Puskás’ın fark yarattığı bir diğer alan da oyun okuma yeteneğiydi.
Top ona geldiğinde sahadaki her oyuncunun pozisyonunu zihninde bir tablo gibi görürdü.
Bir an için topa dokunmaz, rakibin adımını bekler, sonra pası boşluğu açacak şekilde verirdi.
Oyun temposunu yalnızca hızlandırmaz, bazen bilerek yavaşlatırdı.
Çünkü farkındaydı: Bazı anlarda beklemek, koşmaktan daha etkiliydi.
Bugün Kevin De Bruyne gibi oyuncuların yaptığı “oyun içinde hız dengesi yönetimi”, Puskás’ın ustalıkla kullandığı tekniklerden biriydi.
Bitiricilik – Minimal Güç, Maksimum Etki
Puskás ceza sahasında şut çektiğinde topun kaleye ulaşması birkaç saniye sürerdi ama o birkaç saniye, rakip kaleciler için sonsuzluk gibiydi.
Onun şutları şiddetli değil, akıllıydı.
Her zaman köşeye gider, kaleciyi yanlış yöne çeker, panik yaratırdı.
Ayak içiyle attığı goller, dış falsoyla yaptığı bitirişler…
Bugünün golcülerine baktığımızda Karim Benzema, Harry Kane gibi oyuncular bu anlayıştan izler taşır.
Paslar – Forvetten Oyun Kurucuya
Puskás’ın asist repertuarı, dönemin çoğu oyun kurucusundan daha zengindi.
Havadan, yerden, tek pasla, çapraz…
Özellikle Di Stéfano ile kurduğu pas ilişkisi, Real Madrid’in hücum setlerinin temeliydi.
Bugün Totti, Bergkamp, Benzema gibi forvetlerin “pasla takım oynatma” vizyonu, Puskás gibi oyuncuların açtığı yolda gelişmiştir.
Fiziksel Eksikliğini Nasıl Telafi Etti?
Puskás ne çok hızlıydı, ne çok iri.
Ama futbolu fiziksel güçle değil, zihinsel keskinlikle oynardı.
Kısa boyunu avantaj hâline getirip yerden oynar, güçlü rakiplere karşı beden temasından kaçınır, doğru pozisyon alarak topu kaptırmadan pas zincirine dahil olurdu.
Aynı şeyi bugün teknik odaklı oyuncular da yapıyor. Andres Iniesta, Bernardo Silva gibi isimler de fiziksel değil, konum ve zamanlama ile kazanıyor.
Takım Oyunu – Asla Bencil Değil
Puskás hiçbir zaman bireysel rekorların peşinde olmadı.
Real Madrid’de bile bazen açık pozisyonda gol vuruşu yapmak yerine, Di Stéfano’ya pas verirdi.
Çünkü onun için futbol, birlikte kazanılan bir oyundu.
Bu alçakgönüllü anlayış, onu takım arkadaşlarının gözünde hem lider hem de dost yaptı.
Bugün büyük yıldızlardan bazılarının egoları altında ezilen takımlar varken, Puskás’ın centilmenliği modern futbola hâlâ örnek oluyor.